23 Eylül 2010 Perşembe

dinle

çay severim







A K B İ L İ M B İ T İ N C E

bugüne kadar hiçbir zaman, bir kerecik bile olsun, paso başvurularına yetişemedim. onu geçtim gidip kendim paso çıkarmaya dahi üşendim. erteledim. Üniversitedeki son seneme girerken, " her şey için çok geç kaldı bu aciz beden" dememek için, bu dönem paso başvurusu yapmaya ve şehiriçinde indirimli seyahat etmeye and içtim. Fakat bu kayıttaki asıl meselemiz bu değil. Ben çok önemli bir noktaya parmak basmak istiyorum...AKBİL SESİ VE BU SESTEKİ AYRILIKÇI HEDE. Evet. toplu taşıma araçlarını kullananların olmazsa olmazı akbil, nam-ı diğer akıllı bilet. nasıl ki ters hilal şeklinde bıyığı olanları ülkücü diye, fırça bıyıklıları akepeli diye yaftalabiliyorsak, kişinin kullandığı akbille, hatta akbil sesine göre de bir takım "sığ" tahliller yapmamız mümkün.

Tam akbil sesi dıı-rıııı şeklindeyken, yarım akbilden (yani öğrenci akbilinden); dırırı diye diğerinden daha kısa olduğunu söyleyebileceğimiz bir ses çıkıyor. Buna hiç dikkat etmemiş olmamalısınız. Her neyse, geçen gün kendimden son derece emin bir şekilde, ucunda 20 liraya aldığım gerizekalı bir peluş bulunan anahtarlığıma takılı olan akbilimi çıkarıp, akbil basma düğmeciğine bastım. bu sırada da nereye geçeceğimi seçiyordum gözümle. tabi bunlar saniyeler içinde oluyor. alıştığım dııı-rııı sesi yerine, DARA-RAA, DAARAA RAAAA sesini duymamla göz bebeklerimin büyüdüğünü hissetmem bir oldu. ilk anda ne olduğunu anlayamadımsa da, akbilimin içinde yeteri kadar para kalmadığını farketmem pek de zaman almadı...evet, kadıköye gidecek kadar bile param yoktu akıllı biletimde.
Bu sırada bütün otobüs bana bakıyordu. Gördüm... Beyaz gömlekli kadın, yanında oturan kızın kulağına eğilip, "akbili bitmiş..." dedi. Yaşlı bir teyzenin "vah vah vah yavrıım" larını duymamak için sağır olmak gerekirdi. Onlara, "bana acımayın!" dercesine elimi çantama atıp cüzdanımı çıkardım. bozuk para gözünden yeteri kadar para çıkmayınca mecbur 50 lira vermek zorunda kaldım otobüs muavinine...Muavin sinirlendi." nası bozcam ben bunu ya" dedi. Bu sefer de paramla rezil oluyordum... Sevgilimden yemediğim binbir triple parayı alıp bir şekilde bozup, para üstünü bana uzattı. paramı alıp cüzdanıma koydum ve ilerledim. Yer yoktu. tam "mecbur ayakta seyahat edeceğim" diye düşünordum ki, başında dikildiğim adam kalktı. Etrafta yaşlı, hasta, gazi, hamile, malül filan var mı diye bakmadan hemen yerleştim koltuğa. Bindiğim otobüs, her durakta durup, normalde 10 dakika olan mesafeyi, 45 dakikaya kadar uzatma konusunda eşsiz özelliklere sahip bir otobüstü. "la havle vela kuvveten illa billah" diye iç geçirmekten, avuçlarımın arasında kendiliğinden tesbih oluşmaya başlamıştı...Çok sıkılıyordum.
Yaşadığım akbil olayının etkisini üzerimden hala atamamıştım. Üstelik otobüsün gittiği yöne sırtımı dönmüş bir şekilde, geri geri gidiyordum. Biteceğine dair tüm inançlarımın azalmaya başladığı otobüs yolculuğumu bir nebze de olsun neşelendirmek için kendime bir oyun yarattım. "Akbil sesinden insan tahmin etmece". Her durakta nerden baksan 7-8 kişi biniyordu. Aynı sayıda insanın inmediğine dair kanıtlardan birisi, başımda dikilen kadının, ağzıma girmek üzere olan çantasıydı. huzursuzca yüzüne baktığımda," napiyim arkadan sıkıştırıyollar" der gibi bakmıştı bana...
Neyse, otobüse binen insanları tahlil etmeye başlamıştım. Bu kişiler her şeyden önce, genellikle orta-alt sınıfa mensup yolculardı. zira ben üst sınıfın otobüs kullandığını ne gördüm ne işittim. Hayır, bizim de paramız var yani allaaamabinşükür, yanlış anlaşılmasın. ben orta-alt sınıfım diye otobüse binmiyorum. ulan evimin önünden 1.5 liraya kadıköye gitmek varken neden taksiye 10 tl vereyim acelem yoksa? mantığına sahip olduğum ve toplu taşımayı desteklediğim için kullanıyorum. (mesajlı) Neyse, devam ediyorum, akbil sesi yarım çıkan kişiler, öğrenciler ki işgünlerinde genelde marmara üniversitesi göztepe kampüsünde iniyorlar, tam basanlar ise genelde yaşlı ve hasta, ya da çocuklu kişiler oluyorlardı. Çünkü onlar da, genelde göztepe eğitim ve araştırma hastanesi durağında iniyorlar. Genelin dışındaki diğer yarım akbilliler ya kadıköyü' ne gezmeye gidiyorlar, ya dershaneye, ya da karşıya geçmek için rıhtıma iniyorlardı. Genelin dışındaki diğer tam akbilliler ise, ya kadıköyüne gezmeye, ya kadıköye gidene dek herhangi bi yerde oturan komşularına, akranlarına, ahbaplarına ya da günlük işlerini halletmeye gidiyorlardı. Sesinden tanıyabildiğim yarım akbillinin çok büyük ihtimalle öğrenci olduğunu anlamak çok da zor değil. Bunu düşününce bir an sinirlendim ve, "otobüstekilerin benim öğrenci olduğumu bilmesine ne gerek var lan?" dedim içimden, anlamsızca. Akabinde de DARAA RA DARAAA RAAA sesinin ne kadar korkunç olduğunu düşünmeye koyuldum. Bana kalırsa bu ses dünyanın en aşağılayıcı, en insanlık dışı, insanı resmen toplum içinde rezil etmeye yönelik bir ses. bütün otobüsün akbilinin bittiğini görmesine ne gerek var? bu zalimlik niye iett? NEDEN? akbil resmen ağlıyor arkadaşlar. resmen! DARAA RAA-DAARAA RAAA yani; POROM BÖTTÖÖ, POROOM BÖTTÖÖÖ ya da BÖN FÖKÖRÖM BÖNÖM POROM YOÖK diye bağırıyor bu allahsız. rencide ediyor kişiyi. rencide oluyorum. rencide! yukarıda da bahsettiğim gibi otobüste de tam para çıkarıp muavine vermek, ayrı bir problem zaten. muavine 50 lirayı uzatırken sağa sola, küstahça bir tebessüm ettiğimi düşünün, içimden, "siz bu kadar parayı bir arada gördünüz mü zavallı yoksullar hahaha?" diyormuşum gibi düşünün. bir de gıcır 50liğinizin üstü olan bol bozuk paraları avucunuzun içinde birarada tutup, yere düşürmeden cüzdanınıza tıkmaya çalışırken ki acizliğinizi... Tüm bunlar her gün her dakika yaşanıyor arkadaşlar. Türkiyemiz bu akbil sesine ve komple otobüste ücret ödeme olayına müdahale edip, akbillere daha barışçıl, daha masum, daha bütünleştirici sesler koymadıkları müddetçe otobüslerde sinirler gerilecek... Söylemedi demeyin.

önemli not; yazının ortasında sigara içmeye çıktığım, arada bilimum iş yaptığım için herhangi bir bütünlük olmadığının farkındayım.beni de böyle sevin.

22 Eylül 2010 Çarşamba

vapurda,

dün akşam karaköy' den kadıköye vapurla geçiyordum. uzun zamandır iphone almak istediğim için vapurda yan tarafta oturan janti giyinmiş, iphone'uyla oynayan adama bakıp, ulan simdi o telefon benim olsa ne iyi olurdu diye düşünürken, adam, iphone'unun kamerasını açtı. karşısında oturan kızın bacaklarının fotoğraflarını cekmeye başladı. tuşa her basmadan önce etrafı kolaçan ediyordu. beni hiç farkedemedi. kızın eteği kısa değildi. iphone'un ekranı eşek kadar olduğu için, adam ne kadar saklamaya çalışsa da her şeyi gördüm. felçli ali rıza bey gibi sesler çıkararak rahatsız etmek istedim ama nafile. orada bağırıp çağırmak, adamı herkesin içinde rezil etmek isteyip, vapurdan indikten sonra olabileceklerden ve "SANANE? SENİN BACAKLARIN MI?" cevabını duymaktan bile korktum. hiçbir şey yapamamak ve gözlerinin önünde yaşanan orospu çocukluğu karşısındaki çaresizlik çok çirkin.

21 Eylül 2010 Salı

Dinimiz icin Yedigim ilk Dayak ve Bende Bıraktıkları

Ben küçükken, donumu boğazıma kadar çekerdim. Ailem ve benim için Temizliğin ve saflığın simgesi olan beyaz lastikli donum, göbek deliğimin üstünde durmazsa müthiş rahatsız olurdum. Hafif de sıksın isterdim o lastik göbeğimi.
Bir gün anneannemi Kuran okurken gördüm. ilk kez arapça harflerle o gün karşılaşmıştım. Harflere bakınca aklıma gelen ilk şey, beyaz donumun lastiğinin göbeğimde bıraktığı izlere çok benzediğiydi. Anneannem Kuran okurken çok içlenirdi...

Bir gün anneannem odasında yine Kuran okurken, ben de salondaki kanepeye oturup donumu kıvırdım. Göbeğimde oluşan ne idüğü belirsiz izlere baktım. Okunabilir işaretlerdi bana kalırsa. Kuran yazısından (o zaman arapça değil, kuran yazısıydı sadece) hiç farkı yoktu. Anneannemin Kuran okurken çıkardığı seslere (yani arapça) benzer sesler çıkararak donumun izlerini okumaya başladım. Anneannem içeri girdi. "Napıyosun?" dedi. "Kuran okuyorum" dedim.

...

Ben o gün, ilk dayağımı yedim...


___

Şimdi blogpostumuzun ikinci kısmında da bu olayın bende bıraktığı izleri tartışacağız.
-Doğrusu bu olay bende hiç iz bırakmadı. Hala anneanneme gittiğimde, "bizim menkıbe hanımın mevlütü varmış, cüzleri çıkarın" diyip, donumu kıvırıyorum, "hele höle gulu gulu" diyorum. Karşılıklı gülüyoruz filan. Demek ki neymiş, tekbirden anlamayanın hakkı kötekmiş. din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasına da laiklik deniyormuş.




19 Eylül 2010 Pazar

ihtimaller dahilinde

bende trabzonlu neşesi var. onda da.

nişantaşı midpoint' te çorbadan aldığımız ilk kaşıktan sonra birbirimize bakıp, "uiiyyy anamin çorbasiiiii" dedik.

Selam,

bloguma hiçbir zaman renga rengarenk cupcake resimleri koymayacağıma yemin ederim.

18 Eylül 2010 Cumartesi

17 Eylül 2010 Cuma

15 Eylül 2010 Çarşamba

Respect Kuşağı-George Carlin

Tırnak Kenarındaki Etlerimi Yeme Oyunumun Böyle Bitmesine Üzülüyordum.

Benim Olmayan Bir Ayakkabı Buna Benziyordu.

Bunu Konuşmuştuk?

50 Ways to Leave Your Lover

Bugün facebookta bir arkadaşımın paylaştığını görünce, hatırladım. Siz de hatırlayın istedim.

http://fizy.com/#s/1musby



just slip out the back, jack, make a new plan, stan
don't need to be coy, roy, just listen to me
hop on the bus, gus, don't need to discuss much
just drop off the key, lee, and get yourself free


Well it's very hard for me to say these things in your presence
So how does it make you feel?

dalga gecmeyin, anısı var.

Eğer sen karşılıklı sevgi uyandırmadan seversen,yani seven insan olarak senin dirimsel belirtin ile sen kendini sevilen insan durumuna dönüştürmüyorsan, senin aşkın da bir mutsuzluktur, talihsizliktir.
k.marx


ya gülmesenize adiler!

13 Eylül 2010 Pazartesi

9 Eylül 2010 Perşembe

şahidim.

"manyak lan bunlar galiba" dedim ve oradan kaçtım.

minibüse bindim ve evime geldim.



öyle yani.

Bayramlaşanlar.

8 Eylül 2010 Çarşamba

Milli Eğitim Rezaleti ve Yetmez ama Evet Kaypaklığı

Ben de hepiniz, ya da daha gerçekçi olmak gerekirse bir çoğumuz gibi Atatürkçü bir sınıf öğretmenine teslim edildim henüz 6 yaşımdayken. Osmanlı İmparatorluğu' nun yüceltildiği, Atatürk'ün tanrısallaştırıldığı, Türkiye Cumhuriyeti' nin eşsizleştirildiği bir eğitim-öğretim hayatı geçirdim. ve evet, yine bir çoğumuz gibi. Dersim Olayı' nı, diktatörlük rejimini, Ermenilerin, Rumların, Kürtlerin, Musevilerin, Çerkeslerin, Lazların ve diğerlerinin vatanımızı bölmek için var olmadığını, aslında çok yeni öğrendim. 5 sene kadar önce... Kemalizm' i çok yanlış anladım, ya da çok yanlış öğrettiler. Yaptığım her yanlışta, Atatürk' ten özür dileyen bir çocuktum ben. Sana layık olamadım diye özür dilerdim ondan. Çünkü sınıf öğretmenim, tahtanın üstüne asılı duran portresinin, hep bizi izlediğini, her şeyi gördüğünü, yanlış yaptığımız her şey için kemiklerinin sızladığını, çok üzüldüğünü söylerdi. Gençliğe Hitabe' yi ödev olmamasına rağmen ezberlemiştim ve bununla gurur duyardım. Üniversite' ye geldiğimde, Türkiye tarihinin 10 Kasım 1938' de bitmediğini öğrendiğimde, Çerkes Ethem'i, Kürt Teali Cemiyeti' ni, Sivas' ta yaşananları, 1930lardaki diktatörlük ve tek parti rejimini, milli şef dönemini öğrendiğimde, duygusal olarak karşı koydum birçok şeye inanmaya. İnanmak istemedim ancak, ilköğretim ve lise hayatım boyunca tarih derslerinden öğrendiğim kadarının kafamdaki boşlukları hiç doldurmadığını anımsadım. Soru sorduğumda, cevaplarıyla yetinemedim ancak üstelemedim de. Belki de hoşuma gitmeyecek bir şey duymak istemiyordum. Bilemiyorum. Ancak dediğim gibi; "1071 Malazgirt Zaferi ile Anadolu' nun kapısı Türklere açıldı" ifadesinin beynime kazınmasından daha fazlasına ihtiyaç duymaya başladım üniversiteye geldiğimde. Farklı bakış açılarıyla karşılaşınca, 11 senedir duyduklarımdan farklı bir şeyler duymaya başlayınca, daha da merak ettim ve çok okudum. Okudukça, öğrendikçe, dinledikçe kurgudaki eksik parçaları tamamlamaya başladım. O güne dek can hıraş savunduğum tüm idealar, duygularımın önüne geçerek, yerlerini daha mantıksal verilere bıraktılar. Bugüne dek öğrendiklerim kendi içinde etkileşime girerek, yine kendi kendine idealize oldu ve su anda her iki uç tarafı da olgunlukla dinleyebilecek, üzerine düşünebilecek, tartıştıktan ve araştırdıktan sonra yargılayabilecek bir insan oluverdim. Birisinin bana öğrettiğiyle ve beynime kazımaya çalıştığıyla değil, kendi kendime öğrenerek ve kendi değerlerim ve algımla içselleştirdikçe bazı şeyleri, daha da özgürleşmeye başladım. İşte tam olarak bu noktaya geldiğimde ve geriye dönüp baktığımda ise, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından hazırlanan/ onaylanan ders kitaplarına, Milli Eğitime bağlı öğretmenlere(hepsine değil elbette), Milli Eğitim Bakanlığına ve Milli Eğitime Bakanını atayan hükümete küfür etmek, hatta ve hatta; " Allah belanızı versin, beynimi yemişsiniz lan bunca sene" demek kaçınılmaz oldu. Şu anda İlköğretim ve Lise çağındaki milyonlarca öğrencinin farklı etnik grupları düşman olarak algıladığı gerçeğini düşündükçe de çok üzülüyorum. Ders Kitaplarında ve Bakanlıkta revizyona gidilmedikçe de, daha çok Hrant Dink davasının döneceğinden de şüphe duymuyorum. Türkiye' de ayrılıkçı söylemin temelinde ders kitapları vardır. Ben karşımdakinin haklarını bilmiyorsam bunun sebebi Milli Eğitim tarafından onaylanmış ders kitaplarıdır. Ben, eşcinsellere saldırıyorsam, kadının yeri evidir söylemini benimsiyorsam ve hayatın ikinci planına atıyor ve/veya atılmayı kabul ediyorsam, Sünni ve Türk olmayan herkes benim için düşmansa, bu Milli Eğitim' in suçudur. Benim değil. Türban takana saygı duymuyorsam ancak türban takan da bana saygı duymuyorsa ve kendini azınlık olarak hakkını arayan birey olara gösterirken, yine kendisi gibi azınlıkta olan eşcinsellerin ve diğer etnik grupların da hakkını gözetmiyorsa, bu da Milli Eğitim' in suçudur. Başka kimsenin değildir. Bu durumda da Erkin Koray' ın protestosunu yerinde bulduğumu da itiraf ediyor, diğer konuya geçiyorum;

Referandum döneminde "Yetmez ama Evet" sloganını kullanan "liberalleri" ve "marksistleri" aşırı antipatik buluyorum. 12 Eylül' de evet ya da hayır diyeceğimiz şey, yeni anayasadır. bu yeni bir anayasa ise, su anki anayasadaki eksiklerin tamamlanmış ve çağın gerisinde kalan yasaların revize edilmiş olması gerekir, maddelerinin halkın büyük çoğunluğuna yetmesi gerekir. Ben, sunulan anayasa öyledir ya da değildir tartışmasını yapmayacağım. Söylemek istediğim, eğer bu yeni anayasa SANA YETMİYORSA, bu bizim için YETERSİZ bir anayasadır ve halk, oyuyla yeni anayasanın yeterliliğini onaylamaktadır yahut reddetmektedir. Seçmen kağıdında da yalnızca iki seçenek vardır; Evet ve Hayır. Kendi sloganı içerisinde iki farklı görüşü de barındırarak, yine kendiyle çelişmektedir. Hayır ama Evet' ten farksızdır. Yeter ama Hayır demek kadar da mantıksızdır. Dolayısıyla yetmez ama evet diyen, darbe utancını örten yeni bir anayasayı değil akp anayasasını onaylamaktadır. Geçmişler olsundur.

Ha bir de, "Yetmez ama Evet"çi marksist.org' un da Hrant Dink cinayetini açığa kavuşturmak için hazırladığı dilekçeleri de unutmamak lazım. bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu diyor insan mutazaman.peh.

imdat

Son zamanlarda arkadaşlarımdan ve blogumu okuyanlardan aldığım yorum ve eleştirilere istinaden böyle bir açıklama yapma gereği duyuyorum;

birincisi, blogumda yazdığım "çok içki içen kız imajı" için şöyle bir eleştiri aldım; "sen çok içki içmezsin ki !"

ikincisi eleştiri ise şöyle; "sen hiçbir zaman yurt odandan çıkmayan bir insansın. "


şimdi ise bunların neden böyle olduğunu açıklayayım;

interneti, ya da blog sayfamı biraz farklı kullanıyor olabilirim.
şizofrenik bir durum söz konusu.
olduğum insanı buraya yazsaydım aslında pek de heyecan verici olmazdı hikayeler ve yazdığım diğer kayıtlar. üstelik burası benim günlüğüm değil. yaşadıklarımı buraya aynen aktarmak benim için de hiç heyecan verici bir şey değil.
olmadığım birisi gibi kendimi gösteriyor olmak, burda yazdığım gibi birisi olmak istediğim manasına da gelmiyor. hatta ekseriyetle böyle birisi olmayı reddediyorum.
fakat buna rağmen kendimi bu şekilde ifşa etmemin sebebi, benim, bugüne dek burda yazdığım bir insan gibi olmamam için darlanmış, sıkıştırılmış, katı kurallarla büyütülmüş bir insan olmamdan kaynaklanıyor. bütün bunları yaşıyormuşçasına, konforlu odamın konforsuz koltuğunda oturarak sarhoşmuşçasına, aşırı serbest biriymişçesine yazmam işte bu yüzdendir. bu hayatı realitede tecrübe etmeye yerim, iznim, zamanım olmadığı için, ancak burada yaşayabiliyorum.
içimde, aşırı baskıdan, kısıtlamalardan, anlamsız katı kurallardan dolayı son derece ezik bir şekilde büyüyen birisinin daha olduğunu belirtmeliyim. bu da benim suçum olmadığı için, bunu bu kadar rahat söyleyebiliyorum, çekinmeden.

yalan söylemediğimde, arkamda telaş ve tedirginlik duymaktan yorgunum.
yalan söylediğimde arkamda telaş ve tedirginlik duymadığım için rahatım.

umuyorum ki, 2-3 sene içerisinde hem eğitimim, hem de kendim için en iyisini yapıp, su anda yaşadığım ortamdan bir süreliğine (belki de uzun bir süreliğine) sıyrılmak arzusundayım.

bana çok özgür bir ortam yarattığını söyleyen kişi ve kişiler, benim özgürlüğümü kendi özgürlük anlayışları ile çerçevelendirdikleri için, özgürlüğümü kısıtlayan en baş kişilerdir.

respect kuşağı-nick cave

The Social Network- 2010



"The Social Network", dün trailerını izleme şansı bulduğum, henüz vizyona girmemiş, bir David Fincher filmi. Başrollerinden birinin Justin Timberlake olduğunu da söylemeden edemeyeceğim. Evet, cry me a river Justin.
Film, sadece trailerından anladığım kadarıyla, bir Facebook filmi. Ya da galiba bir "Mark Zuckerberg ve Facebook" filmi demek daha doğru olur. Ben, evet, internetin, sosyal paylaşım sitelerinin kölesi ben, bu filmi heyecanla bekliyor ve deliler gibi merak ediyorum. Umarım sadece, okul yaşantısında ezik olan bir herifin yükseliş hikayesi değildir. Zira bana kalırsa, Facebook üzerinden çılgın metaforlar dönebilir. Bütünüyle modern toplum eleştirisi yapılabilir ve bence en önemlisi de, dış mihrakların facebook üzerinde oynadığı oyunların analizi yapılabilir...hatta tam tersi de olabilir. Beynimize iki vitamin girsin diyor, filmin müthiş trailerının linkine paslıyorum sizi. Creep cover' ı için ise yorum yapmıyorum. yok yapıcam, hayvan gibi güzel olmuş.
buyrunuz;http://www.youtube.com/watch?v=53OUHupfqws

6 Eylül 2010 Pazartesi


AY ONLİ LAYK YU VEN YU GİV Mİ KUKİİS

5 Eylül 2010 Pazar


kötü bir fotoğrafın (çokça,vintage efekt verilmiş bir fotoğraf oluyor) üzerine helvetica "you broke my heart but i still believe in love" tarzı, tipi, türü imajlardan sıkılanlar birleştik. seni de aramızda görmek isteriz. laylaylay.

hani bazen olur ya..

Le Voyage dans la Lune



Jules Verne Aya Yolculuk kitabının 1902 de peyazperdeye uyarlamasından bir sahne bu. İlk bilimkurgu filmi olmakla birlikte dünyanın en şirin filmi de olabilir. Jules Verne' in hayalgücüne de respect! şiddetle tavsiye ediyorum bu 13 dakikalık sempatik bilimkurguyu.

bu da linki; http://video.google.com/videoplay?docid=681138103275355387#

respect kuşağı-tolstoy

4 Eylül 2010 Cumartesi

nostalyan

doğrusu istanbul' u tanımaya başladığımdan beri daha çok seviyorum. eminönü artık avucumun içi gibi oldu. eyüp' ü bitirdim, fatih' e yeni başladım.
yoo, fotoğraf çekmiyorum.
işim filan da yok oralarda.

geziyorum.

çok da iyi oluyo, çok da güzel oluyo.

respect kuşağı-salinger

respect kuşağı-woody allen

respect kuşağı- bob dylan

THIS IS NOT A PIPE.

I' ll be a rockn rolling bitch for you

kalın çerçeveli gözlük gücü

1 Eylül 2010 Çarşamba

telefonu çalmıyormuş

bazen telefonum çalmıyor, bu bana çok tuhaf geliyor.
oysa ben adeta bir telefonoperatörüymüşçesineçılgınahizekaldıranbirinsanım.
ilginç cinayetler var.
gören de var görmeyen de var.
ama bazen telefonum çalmıyor ve bu bana gerçektençoktuhafgeliyorteşekkürler.

günümüz banliyö insanı klasik telefon konuşma adabına yangın
sokaktan geçen ramazan davulcusu grotesk bir şeyler çalıyor
çırpınan ziller yaklaşan şölenin habercisi olmaktan uzak
ve benim bazen telefonum çalmıyor.

senin ben
kıvrak belini
zil
çalımıyor diyorum!

zilçalmıyoranlıyormusun?
mıknatısım yok ki anlayasın...

ah muhsin ünlü

çok çok iyi

dünyadaki tüm zenciler kırk yaşından büyüktür.

-senegalliler dahil değil


hayat bir yanıyla güzeldir canım, sen de güzelsin

-yoksa seni rahatsız mı ettim?

elbette gayet rasyoneldir attan atlamak

-freud diye bir şey yoktur.

sen beni öpersen belki de ben gangsterleşirim
belki de şair olurum seni de aldırırım yanıma
bilesin; göğsümde hangi yöne açmış tek gülsün
yani ya bu eller öpülür, ya sen öldürülürsün.

-haydi iç de çay koyayım.

ah muhsin ünlü