29 Aralık 2010 Çarşamba

there is a light that never goes out

anlar

mesela hayatı eski sevgilisi yüzünden hala yoluna girememiş bir arkadaşım yeni sevgilisiyle kavga ederken  önünde durduğu resim, hayatını skertip atan eski sevgilisine aitti ve o, o sırada kavga ettiği için o resmi farketmedi. ben gördüm. çok garipti. biraz üzüldüm.


ya da mesela geçen gün inanılmaz huzurlu bir şekilde arkadaşlarımla otururken oda kapısının çalması, benim kapıya yönelmem ve kim o? diye sorduğum soruyu kapının arkasındaki kişinin sesimi tanıyarak nasıl cevaplayacağını bilememesi ve benim bu durumu farkedip kapıyı açarak, kendisini içeriye almam da garip bir andı. daha da garip olanı ise, çıkarken arkasından kapıyı kilitlerken ki ruh halimdi. aklıma ne metaforlar geldi, anlatamam.

bir de bazen sigaram bittiğinde, 1 kutu kola ve 3 paket sigara siparişlerimi almaya gittiğim anlar çok garip. bunu anlatmam mümkün değil. neresi garip diyeceksin, çok garip ama anlatamıyorum ne yazık ki.


kızın, sevdiği çocuğu başka bir kızla ilişkisini geliştirirken görüyor olması mesela. her gelişimi görebiliyor. ne olacağını hissedebiliyor. ben hissederim diyor. biliyorum diyor ve yapabileceğim hiçbir şey yok diyor.o artık, o kızın bunu biliyorum diyor ve oradan gidiyor. çok üzülüyorum.

hayatımda sürekli heyecan verici şeylerin ve birilerinin olması karşılığında, şeylere ve kişilere duyduğum sıfır heyecan da çok ilginç.

bunları geçiyorum. gereksiz.

26 Aralık 2010 Pazar

Ben
senden önce ölmek isterim.
Gidenin arkasından gelen
gideni bulacak mi zannediyorsun?
Ben zannetmiyorum bunu.
...İyisi mi,
beni yaktırırsın,
odanda ocağın
üstüne korsun
içinde bir kavanozun.
Kavanoz camdan olsun,
şeffaf,
beyaz camdan olsun
ki içinde beni görebilesin
Fedakârlığımı anlıyorsun :
vazgeçtim toprak olmaktan,
vazgeçtim çiçek olmaktan
senin yanında kalabilmek için.
Ve toz oluyorum
yaşıyorum yanında senin.
Sonra, sen de ölünce
kavanozuma gelirsin.
Ve orada beraber yaşarız
külümün içinde külün
ta ki bir savruk gelin
yahut vefasız bir torun
bizi ordan atana kadar...
Ama
biz
o zamana kadar
o kadar karışacağız ki birbirimize,
atıldığımız çöplükte bile
zerrelerimiz
yan yana düşecek.
Toprağa beraber dalacağız.
Ve bir gün yabani bir çiçek
bu toprak parçasından nemlenip filizlenirse
sapında muhakkak iki çiçek açacak :
biri
sen
biri de
ben.
Ben
daha olumlu düşünüyorum
Ben daha bir çocuk doğuracağım
Hayat taşıyor içimden.
Kaynıyor kanım.
Yaşayacağım, ama çok, pek çok,
ama sen de beraber.
Ama ölüm de korkutmuyor beni.
Yalnız pek sevimsiz buluyorum
bizim cenaze şeklini.
Ben ölünceye kadar da
Bu düzelir herhalde.
Hapisten çıkmak ihtimalin var mı bugünlerde?
İçimden bir şey :
belki diyor.

nazim
(18 Şubat 1945)

15 Aralık 2010 Çarşamba

teşekkür ederim

fernando pessoa tavsiyesi için ne kadar teşekkür etsem az. hayatımda ilk defa bir şeyler okurken ağladım. teşekkür ederim.
eleştiri için de, tavsiye için de.
teşekkürler.

insan sıkılırsa
aynı yerde yaşamaktan
ben neden hep aynı
derinin altında
sıkılmadan yaşayayım?

13 Aralık 2010 Pazartesi

hakkında ne söylediler.

internette çok fazla vakit geçiriyorum. bence internette az vakit geçirmek çok mantıksız.

yani 21.yüzyıldayız. bilgi çağı kafaları işte. mesela ben erken yatamıyorum. erken yatınca çok fazla şey kaçırıyomuşum gibi geliyor.yatmadan önce yüz haber sitesi darbesi, 500 stumble, 10dan fazla kişinin blog sayfası ve daha fazlası.
ben bilgi bağımlısıyım. ha şimdi çıkıp da bu sefer diyeceksiniz ki, feysbuktan tivitırdan ve blogdan aldığın bilgi ne? neden vakit geçiriyorsun o kadar fazla. siz anlamadınız galiba. sanırım izlenesi tüm siyasi kimliklerin tivitırı var. anlık bir şeyler paylaşıyorlar. ben muharrem ince' ye bayılıyorum mesela. çok saçma bi tivitır kullanıcısı. ya kemal kılıçdaroğluna ne demeli? tavla oynuyorum diye tivit atıyo. ama saat gecenin 3ü filan. bence aşırı komik şeyler bunlar. peki lady gaga' ya ne diyeceksiniz? biftekli kostümüyle ödül törenine giden bir kadının an be an ne yaptığını takip edebilmek ve o anda bilgisayarın diğer ucunda biftekli bir kadın olduğunu bilmek çok fazla heyecan verici değil mi? bence öyle. dünyada sürekli bir şeyler oluyor. hepsini bilmek hakkım ve erişebileceğim kadar erişirim.
üstelik bana çok fazla çekici gelen şey, su anda dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir aletin karşısında herhangi renkte, herhangi bir dili konuşan, herhangi bir cinsiyette, benden yüz milyon kere daha farklı ortamda büyümüş ve farklı kültüre,dine, etiğe, hukuka sahip birisi var. netvörkümün diğer ucunda. ona eminönünden "naber?" diyebilmek çok çılgınca değil mi? su anda bunu yapabilen canlı, yüzyıllar önce hayvan kovalıyordu yemek için. anladın mı?

bir de feysbuk gelmiş geçmiş en mantıklı şey olabilir. simdi cıkıp da burda anlatamicam çok gizli oldugu için ama mesela fikir vermesi açısından söyleyeyim, biz bir tez üzerinde çalışıyoruz. onu hazırlamak için feysbuk kafalarını emmeliyiz. reelde ulaşabileceğimden bir milyon kat daha fazla insana ulaşabiliyorum.hatta tezimle ilgilenmesine bile gerek yok karşımdaki adamın. çünkü fotoğraflarını, ilgilendiklerini ve hangi liseden mezun olup, hangi okulda okuduğunu görebiliyorum. atıyorum hafızaya. işler çok kolaylaşıyor.
peki internet üzerinden çok farklı bir dilin oluştuğunun farkında mısınız? ben farkındayım. internet üzerinden dönüşen bir şeyler var. bence evriliyoruz. ve mesela bunu hissedebilmek oldukça ilginç bir şey. büyük kıyak da diyebiliriz.

bence bulunduğumuz noktadan itibaren insanın gelişimi, insanın karşısına çıkan dataları beyninde süzüp, günlük hayatta da maksimum verimle kullanabilmesiyle doğru orantılı olarak sağlanacak.öyle de oluyor.

bir de çok alakasız ama bunu da söylemeden edemeyeceğim; blogumu okuyup "ay o öyle değildi ki şöyleydi, aman şunu yanlış yazmışssın, biz o gün şunu yapmıştık aslında, şunu da eklesene, bunu da koysana, beni de yazsana" filan diyen herkesi kınıyorum. buraya her şeyi olduğu gibi yazacak olsaydım, yemin ederim hiç heyecan verici olmazdı. keza burası benim hislenip hislenip gece yarısı karşısına geçip o gün neler yaptığımı yazdığım genç kız günlüğü değil.bazen hissetmediğim şeyleri hissediyormuşum gibi yapıp, insanları kandırmayı seviyorum.
bir şeylerin içinden başka bir şeye yer açmayı hiç beceremiyorum.

8 Aralık 2010 Çarşamba

benim hiçbir zaman sevgilim olamayacak

benim hiçbir zaman sevgilim olmayacak.

bireyler, kendilerini ait hissettikleri gruplara olan üyelikleriyle tanımlarlar ve birer kimlik edinirler. dolayısıyla hayat çok zor.

arkadaşlarımız ile olan etkileşimlerimiz sayesinde kimliğimizi geliştiririz. benlik, sosyalleşerek şekillenir. bu kadar akademik giriş yeterli diyor, bana bana, ezginize geliyorum,

çocukluğumdan beri etrafımda arkadaşım dediğim insanların çoğu karşı cinstendi. üniversiteye geldiğimde erkek arkadaşlarımın sayısı kız arkadaşlarımın sayısının bin katına çıktı. şu anda okulumun son senesindeyim. açıkçası iğrenç bir grup olduk. çok eğleniyorum, aşırı mutluyum, hep güleçim, hep şenim fakat benim hiç sevgilim olamıyor. bu gruptan sıyrılmadıkça da olamayacak. sıyrılmak istiyor muyum? hayır. sevgili istiyor muyum? evet. bu bağlamda sorunumuzun çok ama çok büyük olduğunu belirtmeme gerek yok.

şimdi neden bir sevgilim olmadığı konusuna geleceğim.
bir arkadaş grubu düşünün; iki kız ve onbir erkek olsun içinde. bu iki kızdan bir tanesi ben olayım. ki benim zaten. diğeri de ayşegürt.
ayşegürt'ü yakın zamanlarda yakışacaklarını düşündüğüm bir arkadaşımla tanıştırdım. birbirlerinden az çok hoşlandılar. belki de birlikte olacaklardı ve hatta belki de çok mutlu olacaklardı. böyle ihtimaller vardı,evet. ta ki o telefon görüşmesine kadar... çocuk ayşegürtü daha ilk kez aramış, telefonda konuşuyorlar. herhangi birisinin odasındayız. ayşegürt telefonda heyecanlı. arkada 11 erkek var. ve hepsi ayı gibi bu telefon konuşmasını provoke ediyor. kapa artık yeter, kim lan o çocuk, kimle konusuyosun, hadi gel aysegürt senin sevgilin benim tipi iğrenç ve sığ laflarla telefonun diğer ucundaki yakışıklıyı ve ayşegürtü tribe sokuyorlar. çocuk noluyor diyor, ayşegürt "özür dilerim, arkadaşlarım:(" diyor ve telefonu kapatıyorlar. ilişkileri daha fazla gelişemiyor.

birisiyle buluşacaktım. aylar sonra hayatıma yeni birisi girebilirdi. buluşmaya giderken, çocuk hakkında edinilmesi gereken en gereksiz bilgiler edinildi. dalga geçilecek bir sürü şey bulundu. o kadar çok dalga geçildi ki, buluşmaya giderken çocuktan daha buluşmadan soğumuş olduğumu farkettim. buluştuk, evet gerçekten de soğumuştum. kulağımda sürekli "ahu ahu ahu" gülüşleri yankılanıyordu. çocuğun veda busesine karşılık vermek için ihtiyacım olan enerjim emilmişti. okula geri döndüm. 11 ayının yanına gittim. "sizden nefret ediyorum" dedim. güldük. takıldık, yattık uyuduk.
aradan biraz zaman geçtikten sonra birisiyle sanal yollarla iletişime girmeye başladım. uzun bir süre sonra bir erkekle mesajlaşıyordum, evet yine mutluluk çok yakınımdaydı. kafamı okşayacak birisi girebilirdi hayatıma. ancak ne var ki, bu 11 ayı yine provokasyon çalışmalarına başladı. her mesaj geldiğinde, "kim attı lan kim attı, kimmiş lan kimmiş, ne diyo" diye sorular soruldu. cep telefonum benden çalınarak mesajlarım okunmaya çalışıldı. "kimmiş o çocuk, neyin nesiymiş" dendi. "olum bi rahat bırakın, belki sevgilim olur" dedim, "ezgi, olmayacak, sen de biliyorsun, boşuna yorulma" dendi. "sizin yüzünüzden olmuyo lan" dedim. "eveeet ahahahah" dendi. üzülüyordum.
çocukla romantik bir telefon görüşmesi yapıyorken, hırpalandım, dayak yedim, telefonu kapatmam için ellerinden ne geliyorsa ardlarına koymadılar. çocuk işkillendi. "işin var galiba sonra konuşalım" diyerek telefonu kapattı.ondan sonra fazla aramadı.

çocukla buluşmaya giderken, "iğrenç görünüyosun, bence buluşma" dediler. boynumu büktüm. bence güzeldim lan. niye öyle dediniz? ama sonuçta iğrenç göründüğüm söylendiği için pısıp gitmedim, okulda kaldım. takıldık, güldük, eğlendik ve uyuduk.

11 erkek ve 2 kızdan oluşan bir grubun içinde kız olmak gerçekten çok zor. su anda 11 tane sevgilim varmış gibi ama hiç de sevgilim yokmuş gibi hissediyorum. gün içerisinde 11 erkekten en az 7 tanesi tarafından aranarak an be an ne yaptığımı ve koordinasyonlarımı bildiriyorum.bildirmek zorundayım.

-alo nerdesin?
-kütüphanedeyim
-napıyosun?
-ders çalışıyorum
-ne zaman bitçek
-bilmem
-ayşegürt orda mı?
-evet.
-tamam hadi bay bay.
 
resmen gün içinde izleniyor ve kontrol ediliyoruz. ayşegürtle başka insanların yanına gitmeye çalışırken engelleniyoruz. hayır, gidemeyiz. gidemiyoruz. kalıyoruz. takılıyoruz, gülüyoruz, yemek yiyoruz, yatıp uyuyoruz.


burada günler böyle geçerken, ben düzenli olarak ağdacıya gitsem, kaşlarımı aldırsam, makyaj yapsam kime yarar, neye yarar? hiçbir boka yaramıyor açıkçası, ben söyliyim.

bu 11 ayının gözünde aseksüel canlılar olmaya başladığımızı farkettiğimiz zamanlarda kuaföre gidiyoruz. kuaförden çıkıp hepsine teker teker nasıl olmuşuz diye soruyoruz. beğeniliyoruz. "oha giderli olmuşsunuz lan" diyolar. bu tabire sinirlenmek yerine seviniyoruz. bu noktaya gelinmiş yani. sıkıntılı.
açıkçası çirkin kızlar değiliz. hatta bence baya güzeliz. ortalamanın üstünde olduğumuz en azından, kesin bir şey. ama gelin görün ki olmuyor olamıyor.

bi de şu yanından bakalım; birisiyle birlikte olduğumda, o adamla görüşebilmek için okuldan çıkmam gerekiyor. ben okuldan dışarı adımımı attığım anda telefonum çalıyor. "ezgi gelsene hede hödö yapıcaz" deniyor. ve ben hedehödö yapmayı çok seviyorum. ama çocukla buluşmam gerekiyor. aklıma aşırı eğleneceğimden emin olduğum ama kaçırdığım bir şeyi sokup, tüm gün beni üzüyorlar. benim dışımda gerçekleşen bir eğlenceyi kabul edebilmem mümkün değil. edemiyorum. birisiyle buluşmak demek, eğlencesi garantili herhangi bir şeyi kaçırmak demek oldu. kaçırmak istemiyorum. of, yine darlandım. hayatım gerçekten çok zormuş benim. üzüldüm.

şimdi de olayın bir de iyi yanına gelelim, bir tane bile sevgilim yok. ama 11 tane sevgilim var. sevme tarzları biraz farklı. vurdulu kırdılı sevgi gösterilerinden hoşlanıyorlar, güzel söz söylemeyi bilmiyorlar, nazik davranamıyorlar. ama sevgilerinden şüphe duymuyorsun, duyamıyorsun. yanlarındayken nasıl göründüğünün bir önemi olmadığını biliyorsun. çocuk scooterımla, güllü dallı pijamayla, yakası yırtık tişörtle, dağınık saçlarla yanlarına gittiğinde yadırganmıyorsun. güzel giyindiğinde de, en varoş halinle de aynı muameleyi görüyorsun. bence bu iyi bir şey. kötü değil en azından. ne bileyim.
belki de bu aşırı sevdiğim, dünyanın en sevimli ayıları yüzünden tüm ilişkilerim ayrı ayrı birer "feyıl" oluyor 

velhasılı kelam diyorum, allahım diyorum, ne zaman diyorum, ne zaman! benim diyorum, bir diyorum, sevgilim diyorum, olacak diyorum.

11 tanesi hep bir ağızdan,

"senin hiçbir zaman sevgilin olmayacak"

diyor.

kalbim kırılıyor.

5 Aralık 2010 Pazar

2 Aralık 2010 Perşembe

pamuktan bir ev.

insanın varoluşundan daha büyük bir mesele yok. "mesele" güzel kelime değil mi? büyük ünlü uyumuna da küçük ünlü uyumuna da uyuyor.hayır, sanki çok önemli. bize ne, isterse uymasın. hatta keşke uymasa. o zaman daha güzel bir hikaye olurdu.
demişken aklıma şu geldi, mesela birilerine bir şeyler anlatıyorum ki hep anlatırım, hikayenin sonlarına geldiğimde, hikayenin gerçek sonundan daha çarpıcı bir senaryo beliriyor gözlerimin önünde. of böyle olsaymış inanılmaz olurmuş diyorum ama gerçek sonunu anlatıyorum hikayenin. sonra da neden aklıma geleni yaşayamadığıma üzülüyorum. keşke onu yaşayabilseydim.
hayatımın en marjinal kararı. şimdilik uygulamada da bayağı iyi sayılırım.
yaşamadık ve görmedik şey bırakmak istemiyorum. "hayatta yapmam" dediğim şeylerin listesini çıkardım desem yalan olur, çıkarmadım. ama mesela birisi hadi diyor, durup bir bakıyorum, ben bunu yapar mıyım yapmaz mıyım diyorum. hayatta yapmam lan diyorum ve yapıyorum. bu beni inanılmaz iyi hissettiriyor. bence denenmeli.çünkü çok iyi hissettiriyor.

geçenlerde hayatımın en kaliteli konuşmasını yaptım. o kadar kaliteliydi ki, çok çok tatmin oldum.
karşımdaki adamı söylediklerimin dışında söylemek istediğim başka hiçbir şeyin olmadığına inandırdım ve işte gerçek; hakkaten de söylediklerimin dışında söylemek istediğim başka hiçbir şey yoktu. insanlarla iletişim kurarken esas alacağım tek şey bundan sonra bu. dolaylamasız, direkt cümleler ve muhteşem kaliteli bir diyalog.

fakat bu netlik, "her şeyin" netlik kazanmış olduğu anlamına gelmez. söylediklerim sadece ona söyleyebileceklerim kadardı. bazen öyle garip bir şey oluyor ki, senden başka kimseye söyleyemiyorsun bir şeyleri. çünkü ağzından çıkanları kulağın duymuyor. oha diyorsun ya oha, ben bunu söylemek istemedim ki.
ya da mesela söylüyorsun, ama o anlaması gerektiği gibi anlıyor ve yine kaliteyi bozuyor. hiçbir şey yapmadan anlaşabilmeyi çok isterdim.

bazı şeyler var. tamamen bana dair ve benimle ilgili.

20 Kasım 2010 Cumartesi

dirseğimi öptüm.

düşlediğim hayat bana düşündürülenden daha başka bir hayat. bütün master, burs, not ortalaması, iş imkanları, başlı başına çalıştığım iş, ödevler, paperlar, makaleler, okumalar, yazmalar, şunlar bunlar hepsi elimin tersine bakıyor. hepsini itip bambaşka bir şeyler yaşayabilirim. doğduğum andan itibaren bana aşılanan ve dikte edilen her duygu ve düşünceyi boşverebilirim, vermek istiyorum. hayal ettiğim şey çok başka. öylesi daha iyi olacak diyemiyorum, bilmiyorum ama mesela ben hayal ettiğim gibi yaşayamayacağımı biliyorum. sanırım "fak dı sistım" tam olarak burada söylenmesi gereken bir öbek. evet, fak dı sistım.

mesela ne istediğimi buraya yazsam bana şımarık derler. yazmam. söylemem de.
ama şu var; sonsuza kadar sadece kendi gönlümü yapmak için uğraşmak isterim.
düşündüm de, hayatımda en mutlu olduğum anlardan bir tanesi, barselona' da kaybolduğum zamandı. nasılolsa kayboldum diye her ara sokağa korkusuzca girip çıktığım ve kendi kendime yolumu öğrendiğim zamandı. birisiyle tanışmak da böyle bir şey olmalı ve işte tam olarak burada eksik bir şeyler var. ama neyin eksik olduğunu bilmiyorum. bu yüzden de bir yerlerde kaybolsam hiç de fena olmaz diye düşünüyorum.

12 Kasım 2010 Cuma

bir şeyler oldu.

onun da başka bir hayatı olabileceğini kabul ettiğin zaman büyümüş olacaksın dedi.
o kadar çok düşündüm ki bu söylediğini... Bir sonraki görüşmemizde, ee bir gelişme var mı, anlat bakalım, başka hayatlara da saygı duyman gerektiğin hakkında düşündün mü? dedi.

Düşündüm. Onun benden başka bir hayatı olabileceğini kabullenmek yerine, benim başka bir hayatım olduğunu farkettim.

Büyümekle ilgili bir şey söylemedi.Peki büyümüş müyüm diye de sormadım. Parasını verip çıktım.

6 Kasım 2010 Cumartesi

2 Kasım 2010 Salı

imdat

dinle dostum,

21 yaşındayım. 1 aydır sürekli aynı giysiyi giyiyorum. Okulun ilk günü ne giydiğimi hatırlamak için şu anda ne giydiğime bakmam yeterli. Her haftasonu alışveriş yapmama rağmen, "giyinmem gerektiğinde", yatağımın ya da koltuğun üstüne attığım gri, bana 2 beden büyük "the doors" tişörtümü elime alıyorum. üstelik the doors hayranı değilim. sadece iki üç şarkısını biliyorum. bu tişörtü neden aldığımı da hatırlamıyorum hatta almamış bile olabilirim. çünkü oda askısına baktığımda bana ait olmayan bir sürü sweatshit dediğimiz giysilerden var. her gittiğim odada üşüyüp, üstüme bir şey giyip, odaya kaçıyorum. böylece bir sürü giysim oluyor giymediğim. bugün onları shaiplerine geri vericem. belki de geri satarım, bilmiyorum. dün, şeker komasına girmediğim için çok şanslıyım. hayatımın hiçbir gününde, hiçbir şeker bayramında bile yemediğim kadar şekerli şey yedim. dominostan söylediğimiz cheesy breadleri çikolata sosuna batırıp yerken hatırlıyorum kendimi. sabah kalktığımda the doors tişörtümün üstündeki çikolata sosu lekeleri ve boynumu kaplayan kurumuş çikolata da bunun bir kanıtı. peki nasıl temizlendim? kendimi yaladım. ellerime baktığımda, ojelerimi en son ne zaman sürdüğümü hatırlamadığımı farkettim. ama ne zaman sürdüğümü hatırlatacak bazı şeyler de yok değil, mesela sağ başparmağımın tırnağındaki oje gerçekten yok gibi. hayatta saç kılından daha çok iğrendiğim bir şey varsa, o da deforme ojedir. yani öyleydi. şu an ben deforme olmuş ojelere sahip bir kızım.
dip boyam o kadar geldi ki, kuaföre dip boyaya gitsem, normal saç boyama parası alırlar. dibi, bildiğin saç oldu. uzun mu uzun. bunu da geçiyoruz.
 Çarşamba gününe çok sevdiğim bir adamla ilgili bir paper yazmam gerek. Yılmaz Güney. evet yazıyorum da, hem de aşırı hoşuma gidiyor ama her cümlede bir buzdolabından diyet kola alıp bir sigara daha yakıyorum. İşim çok uzun sürecek gibi.
Aldığım ilaçların etkisiyle dün gece 11 buçuk saat uyuduğum gerçeğiyle karşı karşıya kaldım az önce. bu beni derinden sarstı. çok uyudum. iyi ki çikolata kusmadım.
Ayrıca dün gece ben uyurken facebook statüsümün güncellendiğini sabah farketttim. Yani şifrem insanların elinde dolaşıyor ama pek de umrumda değil galiba. Şakacı arkadaşlarım var diyip güldüm. hehe. hiç komik değil aslında.
4 adet diyet kutu kola ve iki paket sigara istedim yemekçiden, getirdi sağolsun. siparişimi almaya, güllü dallı pijamam ve the doors tişörtümle gittim. saçlarım gerçekten fel fecir okuyordu.
sanırım derse de aynı kostümle gideceğim. neden böyle olduğum hakkında hiçbir fikrim yok.
laptopumun ekranı gidip gelmese bir de, hayatım bayram olacak sadece sahip olduklarımla. canım sigaram, canım kolam, canım laptopum. sizi çok seviyorum ama;

bak arkadaşım.

olmuyor böyle.


ve anne, blogumun sıkı takipçisi olduğunu bildiğim için bunu sana yazıyorum; bu sefer bu yazdığım yüzde yüz gerçek. (eğer merak ediyorsan diye)

24 Ekim 2010 Pazar

21 Ekim 2010 Perşembe

19 Ekim 2010 Salı

şu dünyada gerçekliğine inandığım tek şey, insanın alışabilme yeteneğinin olduğudur... ve bu iğrenç bir şey.

18 Ekim 2010 Pazartesi

i like turtles


imkansız

bazen çok sinirleniyorum.

the king says,


“I would rather be ashes than dust! I would rather that my spark should burn out in a brilliant blaze than it should be stifled by dry-rot. I would rather be a superb meteor, every atom of me in magnificent glow, than a sleepy and permanent planet. The function of man is to live, not to exist. I shall not waste my days trying to prolong them. I shall use my time.”

Jack London.

17 Ekim 2010 Pazar

sunday morning

amin

içerdeki odada babaannemin uyuduğunu düşündükçe aşırı mutlu oluyorum.

14 Ekim 2010 Perşembe

eskiden kafamın köşeleri vardı.

bugün, bir arkadaşa  uğradım. eski günlerden konuştuk. (oha klişeleri peşisıra diziyorum su an resmen)
kafamın kare olduğunu düşündüğüm ve "bakın abi bunlar da köşeleri, elleyin bakın" diye insanları çılgınlar gibi darladığım, 1 metrekarede dünyanın en mutlu insanı olabileceğimi 1.5 saat 1 saniye bile durmadan dans ederek kanıtlamaya çalıştığım, hadi, harbi mi?, has.ktir 3lüsünden sonra bir odaya geçip epik film izlemek için milleti yine ölümüne darlayıp, filmin 5.dakikasında uyuya kaldığım, "ben tanrı olsam yarattığım her şeyin üstüne bir sufle yerdim" dediğim, "bu saaatte dominos açık mıdır? sufle yiyek" diye başlayıp 10ar kanat ve sufle söyleyerek göbeğime göbek kattığım, yanımdaki zavallı dostuma sürekli iğrenç el şakaları yapmama gerekçe olarak "el kol yapmak istiyorum" dediğim, "biraz yeşilliğe mi çıksak?" diye birbirimizi gaza getirip botanik kafası yaşadığımız, batu' nun cemre' yi hayatımda gördüğüm en atarlı surat ifadesiyle nedenini kendisi de bilmemek suretiyle "botanik deme LAN!" diye uyardığı, yurtlar bölgesinde "belllatttıırooooooo"(dünyanın en gereksiz ve anlamsız kelimesi) diye bağırarak koşuştuğumuz, bugün napıcaz diye kesinlikle birbirimize soru sormak zorunda olmadığımız çünkü o gün diğer günlerde ve birkaç saat öncesinde de yaptığımız şeyin aynısını yapacağımızdan emin olduğumuz, zombieland izlediğimiz, yahşi batı' yı 20 defa üstüste izleyip 20sinde de güldüğümüz, gafamgazan dediğimiz, tarık' ın (kodadı tarık), en ilginç zamanlarda "abi gitmem lazım beni izliyolar" diyip, hepimizin içine kurt düşürüp kaçtığı ve hayatımın arka planında comfortably numb çaldığı günleri çok özledim. beynimin kıvrımlarının çözülüp 12 parmak bağırsağından hiçbir farkının kalmadığı, mutluluk ve mutsuzluk, güzel ve çirkin, iyi ve kötü kavramlarını yitirip hissizleşebildiğim, istediğim zaman 15 kişi içinde bile yalnız bir kafa yaşayabildiğim, sürekli çok yükseklerde uçabildiğim, aşağıya ise sadece sufle ile inebildiğim günlerimi ve günlerimizi çok özledim allahın cezaları. bunları nostalya olarak andığım için de önceliklerimin (e haliyle) değiştiğini farketmek suretiyle "lan galiba büyüdüm" demek, baya kötü hissettirdi şu an beni.

13 Ekim 2010 Çarşamba

8 Ekim 2010 Cuma

paylaşabileceğim en güzel şey

bence sevgi çok önemli bi şey. ama keşke herkes birbirini sevse diyebilecek kadar olgun bir kafaya sahip bir insan değilim açıkçası. mesela niçe diyor ki; "insanları sevdiğinizi söylüyorsunuz; ama daha derine indiğinizde sevdiğinizin onlar olmadığını göreceksiniz. siz, bu sevginin içinizde yarattığı duyguları seviyorsunuz". adam ne kadar da haklı diye yiğide hakkını verdikten sonra diyeceğim şu ki; adam ne kadar da haklı. ben de sevdiğim insanı, bana beni iyi hissettirebildiği için, hatta iyi hissetmem için gerekli olanlar onda olduğu için seviyorum.

hayatta, affedemeyeceğim hiçbir şey olmadığını farkettiğimden beri biraz daha mutlu hissettiğimi söyleyebilirim.

son derece rahatsız bulduğum "yurt yastığı" ma henüz alışamamışken, uyku problemi çektiğim gecelerden bir tanesinde şunu düşündüm, eğer bir hatasında sevdiğim insanı bu hatası yüzünden cezalandırıp, üstünden belli bir zaman geçtikten sonra bile sürekli geriye dönüp o hatayı vurgularsam, ben bunu bir diğer hatasında da yaparım. her hatasında bunu yaparsam da, onu kaybederim. onu kaybedersem yalnız kalırım ve bana beni iyi hissettirecek bir şey kalmaz. bu noktada da niçe'nin bencilliğine geliyorum işte. ben bencilim ve bence bencillik kötü bir şey değil.

6 Ekim 2010 Çarşamba

deplasmanda plasebo

 allah’ım kaderimde anarşi ve protesto
antidepresanlar ve içi boş bir gardırop
ne de çok yer kaplıyor mesela al pacino
yardımın gerekiyor kadıköy’deyim stop.

allah’ım kaderim bu sentimental ambargo:
alternatif referans potansiyel salvo yok,
sadece klostrofobi, hicran türbülans ve şok;
cariyeler çekilmiş yeraltına cumburlop.

allah’ım kaderimi sen yazdın sen bilirsin
kalbim oyuncak mı ne, ne kolay kırılıyor?
“deplasmandır bu dünya” diyor albino şeyhim
plasebo yutturuyor bana depresif doktor.

allah’ım kaderimden şikayetçi değilim
aksine bahtiyarım evrende bana da rol
verdiğin için şahsen, allah’ım bizler senin
falsolu kullarınız, n’olur bizden razı ol.

murat menteş

5 Ekim 2010 Salı

hiçbirinizle hayatımın hiçbir döneminde arkadaş olmasaydım acaba n'olurdu diye bir düşündüm.
"keşke olmasaydım ya" dedim. böylece150 sene yaşardım. belki de yaşamazdım ama 150 sene yaşamak istediğim bir gerçek.

23 Eylül 2010 Perşembe

dinle

çay severim







A K B İ L İ M B İ T İ N C E

bugüne kadar hiçbir zaman, bir kerecik bile olsun, paso başvurularına yetişemedim. onu geçtim gidip kendim paso çıkarmaya dahi üşendim. erteledim. Üniversitedeki son seneme girerken, " her şey için çok geç kaldı bu aciz beden" dememek için, bu dönem paso başvurusu yapmaya ve şehiriçinde indirimli seyahat etmeye and içtim. Fakat bu kayıttaki asıl meselemiz bu değil. Ben çok önemli bir noktaya parmak basmak istiyorum...AKBİL SESİ VE BU SESTEKİ AYRILIKÇI HEDE. Evet. toplu taşıma araçlarını kullananların olmazsa olmazı akbil, nam-ı diğer akıllı bilet. nasıl ki ters hilal şeklinde bıyığı olanları ülkücü diye, fırça bıyıklıları akepeli diye yaftalabiliyorsak, kişinin kullandığı akbille, hatta akbil sesine göre de bir takım "sığ" tahliller yapmamız mümkün.

Tam akbil sesi dıı-rıııı şeklindeyken, yarım akbilden (yani öğrenci akbilinden); dırırı diye diğerinden daha kısa olduğunu söyleyebileceğimiz bir ses çıkıyor. Buna hiç dikkat etmemiş olmamalısınız. Her neyse, geçen gün kendimden son derece emin bir şekilde, ucunda 20 liraya aldığım gerizekalı bir peluş bulunan anahtarlığıma takılı olan akbilimi çıkarıp, akbil basma düğmeciğine bastım. bu sırada da nereye geçeceğimi seçiyordum gözümle. tabi bunlar saniyeler içinde oluyor. alıştığım dııı-rııı sesi yerine, DARA-RAA, DAARAA RAAAA sesini duymamla göz bebeklerimin büyüdüğünü hissetmem bir oldu. ilk anda ne olduğunu anlayamadımsa da, akbilimin içinde yeteri kadar para kalmadığını farketmem pek de zaman almadı...evet, kadıköye gidecek kadar bile param yoktu akıllı biletimde.
Bu sırada bütün otobüs bana bakıyordu. Gördüm... Beyaz gömlekli kadın, yanında oturan kızın kulağına eğilip, "akbili bitmiş..." dedi. Yaşlı bir teyzenin "vah vah vah yavrıım" larını duymamak için sağır olmak gerekirdi. Onlara, "bana acımayın!" dercesine elimi çantama atıp cüzdanımı çıkardım. bozuk para gözünden yeteri kadar para çıkmayınca mecbur 50 lira vermek zorunda kaldım otobüs muavinine...Muavin sinirlendi." nası bozcam ben bunu ya" dedi. Bu sefer de paramla rezil oluyordum... Sevgilimden yemediğim binbir triple parayı alıp bir şekilde bozup, para üstünü bana uzattı. paramı alıp cüzdanıma koydum ve ilerledim. Yer yoktu. tam "mecbur ayakta seyahat edeceğim" diye düşünordum ki, başında dikildiğim adam kalktı. Etrafta yaşlı, hasta, gazi, hamile, malül filan var mı diye bakmadan hemen yerleştim koltuğa. Bindiğim otobüs, her durakta durup, normalde 10 dakika olan mesafeyi, 45 dakikaya kadar uzatma konusunda eşsiz özelliklere sahip bir otobüstü. "la havle vela kuvveten illa billah" diye iç geçirmekten, avuçlarımın arasında kendiliğinden tesbih oluşmaya başlamıştı...Çok sıkılıyordum.
Yaşadığım akbil olayının etkisini üzerimden hala atamamıştım. Üstelik otobüsün gittiği yöne sırtımı dönmüş bir şekilde, geri geri gidiyordum. Biteceğine dair tüm inançlarımın azalmaya başladığı otobüs yolculuğumu bir nebze de olsun neşelendirmek için kendime bir oyun yarattım. "Akbil sesinden insan tahmin etmece". Her durakta nerden baksan 7-8 kişi biniyordu. Aynı sayıda insanın inmediğine dair kanıtlardan birisi, başımda dikilen kadının, ağzıma girmek üzere olan çantasıydı. huzursuzca yüzüne baktığımda," napiyim arkadan sıkıştırıyollar" der gibi bakmıştı bana...
Neyse, otobüse binen insanları tahlil etmeye başlamıştım. Bu kişiler her şeyden önce, genellikle orta-alt sınıfa mensup yolculardı. zira ben üst sınıfın otobüs kullandığını ne gördüm ne işittim. Hayır, bizim de paramız var yani allaaamabinşükür, yanlış anlaşılmasın. ben orta-alt sınıfım diye otobüse binmiyorum. ulan evimin önünden 1.5 liraya kadıköye gitmek varken neden taksiye 10 tl vereyim acelem yoksa? mantığına sahip olduğum ve toplu taşımayı desteklediğim için kullanıyorum. (mesajlı) Neyse, devam ediyorum, akbil sesi yarım çıkan kişiler, öğrenciler ki işgünlerinde genelde marmara üniversitesi göztepe kampüsünde iniyorlar, tam basanlar ise genelde yaşlı ve hasta, ya da çocuklu kişiler oluyorlardı. Çünkü onlar da, genelde göztepe eğitim ve araştırma hastanesi durağında iniyorlar. Genelin dışındaki diğer yarım akbilliler ya kadıköyü' ne gezmeye gidiyorlar, ya dershaneye, ya da karşıya geçmek için rıhtıma iniyorlardı. Genelin dışındaki diğer tam akbilliler ise, ya kadıköyüne gezmeye, ya kadıköye gidene dek herhangi bi yerde oturan komşularına, akranlarına, ahbaplarına ya da günlük işlerini halletmeye gidiyorlardı. Sesinden tanıyabildiğim yarım akbillinin çok büyük ihtimalle öğrenci olduğunu anlamak çok da zor değil. Bunu düşününce bir an sinirlendim ve, "otobüstekilerin benim öğrenci olduğumu bilmesine ne gerek var lan?" dedim içimden, anlamsızca. Akabinde de DARAA RA DARAAA RAAA sesinin ne kadar korkunç olduğunu düşünmeye koyuldum. Bana kalırsa bu ses dünyanın en aşağılayıcı, en insanlık dışı, insanı resmen toplum içinde rezil etmeye yönelik bir ses. bütün otobüsün akbilinin bittiğini görmesine ne gerek var? bu zalimlik niye iett? NEDEN? akbil resmen ağlıyor arkadaşlar. resmen! DARAA RAA-DAARAA RAAA yani; POROM BÖTTÖÖ, POROOM BÖTTÖÖÖ ya da BÖN FÖKÖRÖM BÖNÖM POROM YOÖK diye bağırıyor bu allahsız. rencide ediyor kişiyi. rencide oluyorum. rencide! yukarıda da bahsettiğim gibi otobüste de tam para çıkarıp muavine vermek, ayrı bir problem zaten. muavine 50 lirayı uzatırken sağa sola, küstahça bir tebessüm ettiğimi düşünün, içimden, "siz bu kadar parayı bir arada gördünüz mü zavallı yoksullar hahaha?" diyormuşum gibi düşünün. bir de gıcır 50liğinizin üstü olan bol bozuk paraları avucunuzun içinde birarada tutup, yere düşürmeden cüzdanınıza tıkmaya çalışırken ki acizliğinizi... Tüm bunlar her gün her dakika yaşanıyor arkadaşlar. Türkiyemiz bu akbil sesine ve komple otobüste ücret ödeme olayına müdahale edip, akbillere daha barışçıl, daha masum, daha bütünleştirici sesler koymadıkları müddetçe otobüslerde sinirler gerilecek... Söylemedi demeyin.

önemli not; yazının ortasında sigara içmeye çıktığım, arada bilimum iş yaptığım için herhangi bir bütünlük olmadığının farkındayım.beni de böyle sevin.

22 Eylül 2010 Çarşamba

vapurda,

dün akşam karaköy' den kadıköye vapurla geçiyordum. uzun zamandır iphone almak istediğim için vapurda yan tarafta oturan janti giyinmiş, iphone'uyla oynayan adama bakıp, ulan simdi o telefon benim olsa ne iyi olurdu diye düşünürken, adam, iphone'unun kamerasını açtı. karşısında oturan kızın bacaklarının fotoğraflarını cekmeye başladı. tuşa her basmadan önce etrafı kolaçan ediyordu. beni hiç farkedemedi. kızın eteği kısa değildi. iphone'un ekranı eşek kadar olduğu için, adam ne kadar saklamaya çalışsa da her şeyi gördüm. felçli ali rıza bey gibi sesler çıkararak rahatsız etmek istedim ama nafile. orada bağırıp çağırmak, adamı herkesin içinde rezil etmek isteyip, vapurdan indikten sonra olabileceklerden ve "SANANE? SENİN BACAKLARIN MI?" cevabını duymaktan bile korktum. hiçbir şey yapamamak ve gözlerinin önünde yaşanan orospu çocukluğu karşısındaki çaresizlik çok çirkin.

21 Eylül 2010 Salı

Dinimiz icin Yedigim ilk Dayak ve Bende Bıraktıkları

Ben küçükken, donumu boğazıma kadar çekerdim. Ailem ve benim için Temizliğin ve saflığın simgesi olan beyaz lastikli donum, göbek deliğimin üstünde durmazsa müthiş rahatsız olurdum. Hafif de sıksın isterdim o lastik göbeğimi.
Bir gün anneannemi Kuran okurken gördüm. ilk kez arapça harflerle o gün karşılaşmıştım. Harflere bakınca aklıma gelen ilk şey, beyaz donumun lastiğinin göbeğimde bıraktığı izlere çok benzediğiydi. Anneannem Kuran okurken çok içlenirdi...

Bir gün anneannem odasında yine Kuran okurken, ben de salondaki kanepeye oturup donumu kıvırdım. Göbeğimde oluşan ne idüğü belirsiz izlere baktım. Okunabilir işaretlerdi bana kalırsa. Kuran yazısından (o zaman arapça değil, kuran yazısıydı sadece) hiç farkı yoktu. Anneannemin Kuran okurken çıkardığı seslere (yani arapça) benzer sesler çıkararak donumun izlerini okumaya başladım. Anneannem içeri girdi. "Napıyosun?" dedi. "Kuran okuyorum" dedim.

...

Ben o gün, ilk dayağımı yedim...


___

Şimdi blogpostumuzun ikinci kısmında da bu olayın bende bıraktığı izleri tartışacağız.
-Doğrusu bu olay bende hiç iz bırakmadı. Hala anneanneme gittiğimde, "bizim menkıbe hanımın mevlütü varmış, cüzleri çıkarın" diyip, donumu kıvırıyorum, "hele höle gulu gulu" diyorum. Karşılıklı gülüyoruz filan. Demek ki neymiş, tekbirden anlamayanın hakkı kötekmiş. din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasına da laiklik deniyormuş.




19 Eylül 2010 Pazar

ihtimaller dahilinde

bende trabzonlu neşesi var. onda da.

nişantaşı midpoint' te çorbadan aldığımız ilk kaşıktan sonra birbirimize bakıp, "uiiyyy anamin çorbasiiiii" dedik.

Selam,

bloguma hiçbir zaman renga rengarenk cupcake resimleri koymayacağıma yemin ederim.

18 Eylül 2010 Cumartesi

17 Eylül 2010 Cuma

15 Eylül 2010 Çarşamba

Respect Kuşağı-George Carlin

Tırnak Kenarındaki Etlerimi Yeme Oyunumun Böyle Bitmesine Üzülüyordum.

Benim Olmayan Bir Ayakkabı Buna Benziyordu.

Bunu Konuşmuştuk?

50 Ways to Leave Your Lover

Bugün facebookta bir arkadaşımın paylaştığını görünce, hatırladım. Siz de hatırlayın istedim.

http://fizy.com/#s/1musby



just slip out the back, jack, make a new plan, stan
don't need to be coy, roy, just listen to me
hop on the bus, gus, don't need to discuss much
just drop off the key, lee, and get yourself free


Well it's very hard for me to say these things in your presence
So how does it make you feel?

dalga gecmeyin, anısı var.

Eğer sen karşılıklı sevgi uyandırmadan seversen,yani seven insan olarak senin dirimsel belirtin ile sen kendini sevilen insan durumuna dönüştürmüyorsan, senin aşkın da bir mutsuzluktur, talihsizliktir.
k.marx


ya gülmesenize adiler!

13 Eylül 2010 Pazartesi

9 Eylül 2010 Perşembe

şahidim.

"manyak lan bunlar galiba" dedim ve oradan kaçtım.

minibüse bindim ve evime geldim.



öyle yani.

Bayramlaşanlar.

8 Eylül 2010 Çarşamba

Milli Eğitim Rezaleti ve Yetmez ama Evet Kaypaklığı

Ben de hepiniz, ya da daha gerçekçi olmak gerekirse bir çoğumuz gibi Atatürkçü bir sınıf öğretmenine teslim edildim henüz 6 yaşımdayken. Osmanlı İmparatorluğu' nun yüceltildiği, Atatürk'ün tanrısallaştırıldığı, Türkiye Cumhuriyeti' nin eşsizleştirildiği bir eğitim-öğretim hayatı geçirdim. ve evet, yine bir çoğumuz gibi. Dersim Olayı' nı, diktatörlük rejimini, Ermenilerin, Rumların, Kürtlerin, Musevilerin, Çerkeslerin, Lazların ve diğerlerinin vatanımızı bölmek için var olmadığını, aslında çok yeni öğrendim. 5 sene kadar önce... Kemalizm' i çok yanlış anladım, ya da çok yanlış öğrettiler. Yaptığım her yanlışta, Atatürk' ten özür dileyen bir çocuktum ben. Sana layık olamadım diye özür dilerdim ondan. Çünkü sınıf öğretmenim, tahtanın üstüne asılı duran portresinin, hep bizi izlediğini, her şeyi gördüğünü, yanlış yaptığımız her şey için kemiklerinin sızladığını, çok üzüldüğünü söylerdi. Gençliğe Hitabe' yi ödev olmamasına rağmen ezberlemiştim ve bununla gurur duyardım. Üniversite' ye geldiğimde, Türkiye tarihinin 10 Kasım 1938' de bitmediğini öğrendiğimde, Çerkes Ethem'i, Kürt Teali Cemiyeti' ni, Sivas' ta yaşananları, 1930lardaki diktatörlük ve tek parti rejimini, milli şef dönemini öğrendiğimde, duygusal olarak karşı koydum birçok şeye inanmaya. İnanmak istemedim ancak, ilköğretim ve lise hayatım boyunca tarih derslerinden öğrendiğim kadarının kafamdaki boşlukları hiç doldurmadığını anımsadım. Soru sorduğumda, cevaplarıyla yetinemedim ancak üstelemedim de. Belki de hoşuma gitmeyecek bir şey duymak istemiyordum. Bilemiyorum. Ancak dediğim gibi; "1071 Malazgirt Zaferi ile Anadolu' nun kapısı Türklere açıldı" ifadesinin beynime kazınmasından daha fazlasına ihtiyaç duymaya başladım üniversiteye geldiğimde. Farklı bakış açılarıyla karşılaşınca, 11 senedir duyduklarımdan farklı bir şeyler duymaya başlayınca, daha da merak ettim ve çok okudum. Okudukça, öğrendikçe, dinledikçe kurgudaki eksik parçaları tamamlamaya başladım. O güne dek can hıraş savunduğum tüm idealar, duygularımın önüne geçerek, yerlerini daha mantıksal verilere bıraktılar. Bugüne dek öğrendiklerim kendi içinde etkileşime girerek, yine kendi kendine idealize oldu ve su anda her iki uç tarafı da olgunlukla dinleyebilecek, üzerine düşünebilecek, tartıştıktan ve araştırdıktan sonra yargılayabilecek bir insan oluverdim. Birisinin bana öğrettiğiyle ve beynime kazımaya çalıştığıyla değil, kendi kendime öğrenerek ve kendi değerlerim ve algımla içselleştirdikçe bazı şeyleri, daha da özgürleşmeye başladım. İşte tam olarak bu noktaya geldiğimde ve geriye dönüp baktığımda ise, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından hazırlanan/ onaylanan ders kitaplarına, Milli Eğitime bağlı öğretmenlere(hepsine değil elbette), Milli Eğitim Bakanlığına ve Milli Eğitime Bakanını atayan hükümete küfür etmek, hatta ve hatta; " Allah belanızı versin, beynimi yemişsiniz lan bunca sene" demek kaçınılmaz oldu. Şu anda İlköğretim ve Lise çağındaki milyonlarca öğrencinin farklı etnik grupları düşman olarak algıladığı gerçeğini düşündükçe de çok üzülüyorum. Ders Kitaplarında ve Bakanlıkta revizyona gidilmedikçe de, daha çok Hrant Dink davasının döneceğinden de şüphe duymuyorum. Türkiye' de ayrılıkçı söylemin temelinde ders kitapları vardır. Ben karşımdakinin haklarını bilmiyorsam bunun sebebi Milli Eğitim tarafından onaylanmış ders kitaplarıdır. Ben, eşcinsellere saldırıyorsam, kadının yeri evidir söylemini benimsiyorsam ve hayatın ikinci planına atıyor ve/veya atılmayı kabul ediyorsam, Sünni ve Türk olmayan herkes benim için düşmansa, bu Milli Eğitim' in suçudur. Benim değil. Türban takana saygı duymuyorsam ancak türban takan da bana saygı duymuyorsa ve kendini azınlık olarak hakkını arayan birey olara gösterirken, yine kendisi gibi azınlıkta olan eşcinsellerin ve diğer etnik grupların da hakkını gözetmiyorsa, bu da Milli Eğitim' in suçudur. Başka kimsenin değildir. Bu durumda da Erkin Koray' ın protestosunu yerinde bulduğumu da itiraf ediyor, diğer konuya geçiyorum;

Referandum döneminde "Yetmez ama Evet" sloganını kullanan "liberalleri" ve "marksistleri" aşırı antipatik buluyorum. 12 Eylül' de evet ya da hayır diyeceğimiz şey, yeni anayasadır. bu yeni bir anayasa ise, su anki anayasadaki eksiklerin tamamlanmış ve çağın gerisinde kalan yasaların revize edilmiş olması gerekir, maddelerinin halkın büyük çoğunluğuna yetmesi gerekir. Ben, sunulan anayasa öyledir ya da değildir tartışmasını yapmayacağım. Söylemek istediğim, eğer bu yeni anayasa SANA YETMİYORSA, bu bizim için YETERSİZ bir anayasadır ve halk, oyuyla yeni anayasanın yeterliliğini onaylamaktadır yahut reddetmektedir. Seçmen kağıdında da yalnızca iki seçenek vardır; Evet ve Hayır. Kendi sloganı içerisinde iki farklı görüşü de barındırarak, yine kendiyle çelişmektedir. Hayır ama Evet' ten farksızdır. Yeter ama Hayır demek kadar da mantıksızdır. Dolayısıyla yetmez ama evet diyen, darbe utancını örten yeni bir anayasayı değil akp anayasasını onaylamaktadır. Geçmişler olsundur.

Ha bir de, "Yetmez ama Evet"çi marksist.org' un da Hrant Dink cinayetini açığa kavuşturmak için hazırladığı dilekçeleri de unutmamak lazım. bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu diyor insan mutazaman.peh.

imdat

Son zamanlarda arkadaşlarımdan ve blogumu okuyanlardan aldığım yorum ve eleştirilere istinaden böyle bir açıklama yapma gereği duyuyorum;

birincisi, blogumda yazdığım "çok içki içen kız imajı" için şöyle bir eleştiri aldım; "sen çok içki içmezsin ki !"

ikincisi eleştiri ise şöyle; "sen hiçbir zaman yurt odandan çıkmayan bir insansın. "


şimdi ise bunların neden böyle olduğunu açıklayayım;

interneti, ya da blog sayfamı biraz farklı kullanıyor olabilirim.
şizofrenik bir durum söz konusu.
olduğum insanı buraya yazsaydım aslında pek de heyecan verici olmazdı hikayeler ve yazdığım diğer kayıtlar. üstelik burası benim günlüğüm değil. yaşadıklarımı buraya aynen aktarmak benim için de hiç heyecan verici bir şey değil.
olmadığım birisi gibi kendimi gösteriyor olmak, burda yazdığım gibi birisi olmak istediğim manasına da gelmiyor. hatta ekseriyetle böyle birisi olmayı reddediyorum.
fakat buna rağmen kendimi bu şekilde ifşa etmemin sebebi, benim, bugüne dek burda yazdığım bir insan gibi olmamam için darlanmış, sıkıştırılmış, katı kurallarla büyütülmüş bir insan olmamdan kaynaklanıyor. bütün bunları yaşıyormuşçasına, konforlu odamın konforsuz koltuğunda oturarak sarhoşmuşçasına, aşırı serbest biriymişçesine yazmam işte bu yüzdendir. bu hayatı realitede tecrübe etmeye yerim, iznim, zamanım olmadığı için, ancak burada yaşayabiliyorum.
içimde, aşırı baskıdan, kısıtlamalardan, anlamsız katı kurallardan dolayı son derece ezik bir şekilde büyüyen birisinin daha olduğunu belirtmeliyim. bu da benim suçum olmadığı için, bunu bu kadar rahat söyleyebiliyorum, çekinmeden.

yalan söylemediğimde, arkamda telaş ve tedirginlik duymaktan yorgunum.
yalan söylediğimde arkamda telaş ve tedirginlik duymadığım için rahatım.

umuyorum ki, 2-3 sene içerisinde hem eğitimim, hem de kendim için en iyisini yapıp, su anda yaşadığım ortamdan bir süreliğine (belki de uzun bir süreliğine) sıyrılmak arzusundayım.

bana çok özgür bir ortam yarattığını söyleyen kişi ve kişiler, benim özgürlüğümü kendi özgürlük anlayışları ile çerçevelendirdikleri için, özgürlüğümü kısıtlayan en baş kişilerdir.

respect kuşağı-nick cave

The Social Network- 2010



"The Social Network", dün trailerını izleme şansı bulduğum, henüz vizyona girmemiş, bir David Fincher filmi. Başrollerinden birinin Justin Timberlake olduğunu da söylemeden edemeyeceğim. Evet, cry me a river Justin.
Film, sadece trailerından anladığım kadarıyla, bir Facebook filmi. Ya da galiba bir "Mark Zuckerberg ve Facebook" filmi demek daha doğru olur. Ben, evet, internetin, sosyal paylaşım sitelerinin kölesi ben, bu filmi heyecanla bekliyor ve deliler gibi merak ediyorum. Umarım sadece, okul yaşantısında ezik olan bir herifin yükseliş hikayesi değildir. Zira bana kalırsa, Facebook üzerinden çılgın metaforlar dönebilir. Bütünüyle modern toplum eleştirisi yapılabilir ve bence en önemlisi de, dış mihrakların facebook üzerinde oynadığı oyunların analizi yapılabilir...hatta tam tersi de olabilir. Beynimize iki vitamin girsin diyor, filmin müthiş trailerının linkine paslıyorum sizi. Creep cover' ı için ise yorum yapmıyorum. yok yapıcam, hayvan gibi güzel olmuş.
buyrunuz;http://www.youtube.com/watch?v=53OUHupfqws

6 Eylül 2010 Pazartesi


AY ONLİ LAYK YU VEN YU GİV Mİ KUKİİS

5 Eylül 2010 Pazar


kötü bir fotoğrafın (çokça,vintage efekt verilmiş bir fotoğraf oluyor) üzerine helvetica "you broke my heart but i still believe in love" tarzı, tipi, türü imajlardan sıkılanlar birleştik. seni de aramızda görmek isteriz. laylaylay.

hani bazen olur ya..

Le Voyage dans la Lune



Jules Verne Aya Yolculuk kitabının 1902 de peyazperdeye uyarlamasından bir sahne bu. İlk bilimkurgu filmi olmakla birlikte dünyanın en şirin filmi de olabilir. Jules Verne' in hayalgücüne de respect! şiddetle tavsiye ediyorum bu 13 dakikalık sempatik bilimkurguyu.

bu da linki; http://video.google.com/videoplay?docid=681138103275355387#

respect kuşağı-tolstoy

4 Eylül 2010 Cumartesi

nostalyan

doğrusu istanbul' u tanımaya başladığımdan beri daha çok seviyorum. eminönü artık avucumun içi gibi oldu. eyüp' ü bitirdim, fatih' e yeni başladım.
yoo, fotoğraf çekmiyorum.
işim filan da yok oralarda.

geziyorum.

çok da iyi oluyo, çok da güzel oluyo.

respect kuşağı-salinger

respect kuşağı-woody allen

respect kuşağı- bob dylan

THIS IS NOT A PIPE.

I' ll be a rockn rolling bitch for you

kalın çerçeveli gözlük gücü